Referans Referans Referans Referans Referans


Velhasılı Göç Kültürümüz

Kıyafet kültürümüz: Görüntü müslümanı, görünen müslüman
Trene binenler arasında tepeden tırnağa siyahlara bürünmüş bir kadın dikkatimi çekti. Silüetinden zayıf ve kısa boylu bir insan olduğu belli oluyordu. Uzakdoğulu, muhtemelen Japon bir genç kadınla karşılıklı oturdular. Siyahlar içindeki kadın karşısındakine habire birşeyler anlatırken, o da bazen gülümseyerek kafa sallıyor, bazen de bir-iki kelimelik mukabelede bulunuyordu. Yerlerde sürünen iki kat siyah çarşaflı, siyah eldivenli, siyah gözlüklü ve yüzü peçeli bu kadının hangi lisanı konuştuğunu merak ettiğimden kulak kabarttım: Pürüzsüz ve akıcı bir Almanca’yla konuşuyordu.

Etrafta oturan ve ayakta yolculuk yapan herkesin zaten dikkatini celbeden bu kadın bir ara sesini öyle bir yükseltti ki, kendi aralarında konuşanlar bile sustu... Karşısındaki Japon kızın adeta şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı. Çarşaflı kadın; kendisine sataşma olduğunu (muhtemelen yan koltuklarda oruran yaşlı kadınlar kendi aralarında bu kadınla ilgili birşeyler konuşmuş olabilirler), bunu insan hakları ve toleranslıkla bağdaştıramayacağını, (yan koltukta oturan yaşlı Alman kadınlara dönerek) zaten İkinci Dünya Savaşı’nda da bu zihniyetin insanları katlettiğini, yüksek sesle ve düzgün bir Almanca’yla söylerken; bazen de sözlerine İngilizce olarak devam etmeği ve satır aralarında kendisinin tıp sahasında olduğunu vurgulamayı da ihmal etmedi.

Trenden indikten sonra kalabalığın içinde bir hayalet gibi görünen ve zaten İslâm’a karşı son derece önyargılı olan yerli halkın nezdinde Müslümanları bu derece sevimsizleştiren şu “dini bütün müslüman kadını” görmeğe, deşifre etmeğe çalıştım. Nafile... Türk mü, Arap mı veya Alman mıydı? Gerçekten kendine göre çok dindar olduğundan mı, yoksa müslümanı Batı toplumu içinde sevimsizleştirmek için görevlendirilmiş provakatör müydü, anlayamadım... Bir nokta kadar bile çehresini görmek mümkün değildi. Yerlerde sürünen sihay çarşafın altındaki spor ayakkabılarını görebildim sadece...

Bazı din kitaplarına bakarsanız veya özellikle Arap ve Pakistanlı kimi din adamlarına sorasanız, peçe (Türkiye’deki haliyle ‘yaşmak’) çarşaf (genellikle siyah tek parça kadın giysisi) veya Afganistan’daki haliyle ‘Burka’, Müslüman kadının iffet ve namusunu erkeklere karşı korumanın tam ve en doğru aracıdır. Etnolojik ve antroplojik olarak, siyah tek parça kadın giysisi olarak çarşaf ve köken itibariyle çölde insanların kum esintisinden korunmak için yüzün örtülmesinden kaynaklanan peçe, İslam’ın doğduğu coğrafyaya, asra hatta da gerilere (Hititlere, Mısırlılara) götürülebilir. (...) Kanaatime göre, peçe ve çarşaf kadın onuruna karşı girişilmiş ağır bir hakaretin ve aşağılamanın ifadesidir. Çünkü peçe, kadının yüzünü, çarşaf da onun bedenini toplumsal olarak inkâr etmektedir. İkisi birlikte kadını insan olmaktan çıkararak onu organları belli olmayan garip bir “mahlûka” dönüştürmektedir. (İlhami Güler, Direniş Teolojisi, s. 121-122)

Bu olaydan birkaç gün sonra yine trene bindim. Kendime oturacak bir yer ararken üniversite öğrencisi kız yeğenimi gördüm ve geçip onun yanındaki boş koltuğa oturdum. Sağdan soldan sohbet ederken, karşımızda oturan başörtülü ve gayet sade ve asil giyimli genç kadının bize bakarak hafiften tebessüm ettiğini fark ettim. Türk olduğuna kanaat getirerek doğrudan (Türkçe) nereye gittiğini sordum. Yanılmamıştım; hemen tatlı bir sohbete dalıverdik yol boyunca. Köln Üniversitesi’nde Alman Dili ve Edebiyatı üzerine doktora yaptığını, son derece kibar bir Türkçe konuşmaya gayret ederken, kendisini Almanca olarak daha rahat ifade edebildiğini de itiraf ediyordu.

Almanya’da yetişen, inancına göre giyinen, eğitimli, aynı dine mensup iki farklı müslüman kadın: Birisi; uzaklaştıran, korkutan, sevimsizleştiren, kişiliğinin üzerine siyah örtü çeken, diğeri; şahsiyeti, yerli topluma göre kapalı görüntüsüne rağmen zerafeti, ağırbaşlılığıyla gören herkesin imrendiği, tavırlarıyla kendini kabul ettirdiği, kendi şahsında Müslüman Kadın’ı hakkıyla temsil edebilen birisi.

Birisi; kenar, uç noktdaki (marjinal) müslüman kadın, diğeri merkezdeki, ortayol, hayatın içinden müslüman kadın tipi. Özellikle İslâm-Hıristiyan bağlamında bilerek canlı tutulan “kültürler/medeniyetler çatışması”nın odak noktasında (müslüman) kadın olduğu gözardı edilmemelidir. Avrupa Türklerinin yeni nesil kadınları arasında da giderek yaygınlaşan örtünme, bir görüntü (şov) müslümanlığına dönüşmemeli... İster kadın, ister erkek olsun; kıyafet kültürü, bir toplumun olduğu kadar kişilerin de inanç kültürünün dışa yansımasıdır. Yukarıdaki karşılaşmalarda anlatmaya çalıştığımız iki farklı kadın arasındaki asıl fark şudur: Birisi, “Görüntü Müslümanı” izlenimi verirken, diğeri; “Görünen Müslüman” kanaati uyandırıyor.

Eğlence kültürümüz
Her toplumun kendine özgü eğlenme usûlü ve üslûbu vardır. Türkiye’nin dört bir yanından bazı Avrupa ülkelerine göç etmiş olan Türklerin evlenen yeni nesilleri artık ağırlıklı olarak yaşadıkları ülkelerde düğünlerini yapıyorlar. Anadolu’da, yörelere göre değişiklikler arz etse de, üç aşağı beş yukarı, oturmuş bir düğün kültürümüz var.

Özellikle buradaki genç neslimizin yegâne eğleneceği yer, düğün salonlarıdır. Artık 1970’li ve 80’li yılların Almanya’sındaki Türk düğünlerinden de fazla eser kalmadı. Düğün salonları, yemeği, orkestrası ve kirasıyla birlikte ailelere ciddi bir maddî külfet getirirken, bazen düğün eğlencesi, çalınan müziği ve oyunuyla disko havasına dönüşüyor.

Avrupa Türklerinin düğünleri, biraz da ailelerin hayat tarzına göre şekilleniyor. “Gurbet Düğünleri”mizin bazıları Türk töresi ve inanç dairesi içinde yapılırken, bazıları da gerçekten çığırından çıkan ve çılgınca bir eğlenceye dönüşen hâl alıyor.

Bunların dışında; cami bünyesinde yapılan ve cenaze merasimini aratmayacak türden “düğünlerimiz” de var. Mersiyeyle arasında pek fark göremediğimiz “ilahiler”in okunduğu çok “düğünler” gördük...

Halbuki (bize göre çok farklı) bir kültür coğrafyasında yapacağımız düğünler, müziği ve folkloruyla, düğün adetleriyle, kendi eğlence kültürümüzün sahnelendiği çok önemli sosyo-kültürel icraatler seviyesinde görülmelidir.

Bizi Avrupa kültür coğrafyasında yarınlara taşıyacak olan ve gelecek nesillerimiz için hayatî bir önem arz eden kültürel varlıklarımızın başında; görüntümüz ve eğlencemiz gelmektedir.


YAZARIN DİĞER YAZILARI