Referans Referans Referans Referans Referans


Yeniden Kızılelma

Çöküş döneminin Osmanlı aydını önce, “Osmanlıcılık” dedi, olmadı... Daha sonra Türk olmayan Müslüman halkların, Osmanlı Devleti’ne karşı başkaldırması önlenir ümidiyle; “İslâmcılık” dedi, bu da tutmadı:

“İttiad-ı İslâm (İslâm birliği, panislamizm) ittiad-ı Osmaniye göre daha dar fakat daha mütecanis (homojen) bir fert, vatandaşlık, millet ve birlik çerçevesi arayışıdır. Tanzimat ve eşitlik politikalarının başarısızlığı ve gayrimüslim ayrıkçılığın azalacağına kuvvetlenmesi Osmanlı Devleti’ni ve aydınlarını buraya, İslâm birliği fikrine ve siyasetine getirmiştir. (1)

Arap coğrafyası Batılı güçlerin işgâline uğradı; Osmanlı’nın geri çekildiği topraklarda sunî devletçikler kurduruldu. En son çare olarak, “Türkçülük” bayrağı açıldı.

Benim kuşağım, kendisinden bir önceki ”İslâmcılar” ve “Türkçüler”den, Millî Şef döneminde maruz kaldıkları baskıları, yasakları ve mahkûmiyetleri okumuş ve dinlemişlerdi fakat, 12 Eylül 1980 Askerî Darbe’siyle bunun ne demek olduğunu iliklerine kadar yaşayarak hissettiler. Daha sonra solun Devrimci, sağın ise Milliyetçi ve İslâmcı gençliği, hem resmî ideolojiye hem de birbirlerine karşı verdikleri kavgalarla Türkiye çalkantılı yıllar geçirdikten sonra bugünlere gelindi.

Bugünler dediğimiz; Cumhuriyet’in ilk yıllarında konulan bazı tabuların, “açılım”, “demokratikleşme” veya “çözüm süreci” başlıkları altında yıkıldığı ve kelimenin tam manâsıyla, her gün ezbere okuduğumuz “andımız” gibi bazı ezberlerimizin bozulduğu günlerdir. Bir başka ifadeyle; “ 90 yıllık devlet paradigmasının değişmesinden, adeta ters-yüz edilmesinden bahsediyoruz (2)”. Bugünlerde Ulusalcı kesimle Milliyetçi kesim değişen Türkiye gerçekleri karşısında yeni projeler ortaya koyamadıkları gibi, siyasî muhaliflerinin inadına, unutulmaya yüz tutmuş dünkü sloganlara daha çok sarılıyor.

Doğrusu, hassasiyetlerimizin odak noktasındaki ve ilgi alanımzın merkezindeki konular uluorta konuşulurken, bir başka ifadeyle; biz konuşulup fikriyatımız tartışılırken, bütün bunlara daha fazla bigâne kalamazdık. Bahusus Milliyetçi-Ülkücü cenahta söylenenler, sergilenen tavır kadar tavırsızlıklar da, neredeyse bir ömrü bu fikir hareketinin içerisinde geçirmekte olan fakat siyasî mülahazaların da dışında duran bizleri herkesten daha fazla ilgilendirmektedir. Açılım, Demokratikleşme ve Çözüm Süreci gibi başlıklar altında hareretle tartışılan konular hakkındaki görüş ve düşüncelerimizi hangi ölçülere göre belirlediğimizi de kamuoyuyla paylaşmamız gerekir.

Bir aydınımızın, “Bir medeniyet Projemiz var mı? (3)” diye ortalığa yönelttiği sorunun cevabını, siyasiler ve devlet yöneticilerinden evvela aydınlarımızın kendileri vermelidir. Bir başka entelektüelimizin de, “Türk milliyetçilerinin bugün bir hedefi ve gayesi yok. Türk milliyetçileri Türk milletinin önüne bir Kızılelma koyamıyor.(4)” iddiası, daha çok bu kesimin siyasilerine yöneliktir. Bir başka açıdan bakıldığında ise; böyle de bir beklenti var. İlahiyat kökenli bir başka münevverimiz de, “Bir ‘İslâm Birliği’ Fikri, Bir Tür Milliyetçilik Projesi Olabilir Mi? (5)” sorusuna, kaleme aldığı makalede cevap arıyor. Demek ki, özellikle son yıllarda millet, millî kimlik, milliyetçilik ve bu kavramlarla iç içe geçmiş sahalarda doldurulması gereken epeyce boşluk var.


Ortak değerler ve millî hafıza

Bir milliyetçilik tartışmasıdır ki, bütün Cumhuriyet döneminde, siyasî duruşa göre farklı yorumlansa da, hiç gündemden düşmemiş. Bundan yarım asır önce Peyami Safa; “Bir ülkede toplumun ortak değerlerine millî hafizada yer verilmemişse, o ülkede milliyetçilik tartışmaları gündemden düşmez (6)” diyordu. Galiba bütün siyasî, ideolojik ve etnik tartışmalar, “ortak değerler” ve “millî hafıza”yla bağlantılıdır. Bir toplumun ortak değerleri tarümar edilmiş veya unutulmaya terk edilmişse, zaten sözkonusu toplum ortak/millî hafızasını yitirmiş demektir. “Ben İngiltere’de İngiliz olarak dünyaya gelseydim, milliyetçi olmazdım. Buna lüzum yoktu” diyor Peyami Safa ve gerekçesini de; “Bu asırların eseri, İngilizlik olacak değil, olmuş ve artık hedef olmaktan çıkmıştır” şeklinde açıklayarak, ete kemiğe büründürülmüş bir İngiliz milliyetçiliğinin varlığına işaret ediyor. Bizdekine ise, “gelişmekte olan ülke milliyetçiliği” mi, yoksa “Şark milliyetçiliği” mi demeli; şu hayata bir türlü geçirilemeyen, gürültü patırtıdan ibaret hamaset nutuklarına...

Hepsi bir kenara; daha dedeye sıra gelmeden, baba ile evladı arasında Türkçe’nin farklılaşmaya başladığı bir Türkiye’de elbette ki hafıza kaybı olur... Çünkü ortak değerleri ve onlara yüklenen anlamları, yaptığı çağrışımları nesilden nesile taşıyan dil’dir. Millet olarak çektiğimiz sancıların ve milletliğimizin bile sorgulandığı bugünlere geliş sebebi, geçen yüzyılın başında kaybetmeğe başladığımız “millî hafıza”mızla birlikte “ortak değerler”imizin yerle yeksan oluşundandır.


Gönül birliği: Ülkü birliği

Aynı anne ve babadan doğmuş insanlar bile, yerine göre, ortak değerlerde buluşamıyorlarsa, ortak hedefleri de olmaz. İki ayrı millete veya dine mensup insanın müşterek projesi, işi varsa, iştigal ettikleri sektörün kurallarına ve iş ahlakına riayet etmeleri gerekir. Ortak değerlerdir ki, farklı insanlar o değerler üzerinden aynı hedefe ulaşırlar. Hz. Mevlana, iki farklı dili konuşan insanın “Gönül Birliği”ni, aynı dili konuştukları halde anlaşamayan insanların dil birliği”ne “tercih eder. Bu bizim fikir dünyamızda “Ülkü Birliği” olarak tecelli eder: İster aynı, ister farklı dilleri konuşalım; ortak değerler bizi aynı hedefe götürür. Siz o hedefe Kızılelma diyebilirsiniz.

Türkiye’de zaman zaman dindarlık adına milliyet, milliyetçilik/ulusalcılık adına da din önemsizleştiriliyor. İnsanların farklı ırklara, din ve dillere sahip olmaları, kâinatın yaratıcısı Cenab-ı Allah’ın ayetlerindendir. Bu farklılıkları ortadan kaldırmak, bir ırkın lehine diğerini asimile etmek; İlahî nizama müdahale etmektir. Bazı bitki ve hayvan türü canlıların zamanla yok edilmesiyle tabiatta başgösteren dengesizlik gibi, farklı kültürlerin yok olması da sosyal çatışmaları ve kültürel yoksullaşmayı beraberinde getirir. Türkiye’nin biribirinden farklı etnik kökene ve anadile sahip vatandaşlarının olması, ülkemiz adına bir zenginlik olarak görmek lazım. Şimdiye kadar birtakım inanç, kimlik ve kültür eksenli verilmemiş hakların iadesi, Türkiye’yi zayıflatmaz, güçlendirir. Nitekim konuşulmazların konuşulduğu, “açılım”ların yapıldığı bugünkü Türkiye, dünkünden daha güçlüdür.

Fakat Batı’nın “Nation” dediğine biz de “millet” der ve ırk temeline dayandırdığı, dar kafalı “nasyonalist”liği de, milliyetçilik olarak anlarsak; o zaman, ”Temel özelliği ayırdedicilik olan milliyet duygusu, başka cinsten, kültürden kimselerle karşılaşıldığı zaman daha da kendini hissettirir ve milli hasletlerin bozulması veya kaybolması tehlikesi bu duyguyu büsbütün kamçılar(7)”. Onun için, Batı’nın ırka dayalı “nationalismus”un bizdeki karşılığı milliyetçilik asla değildir ve bu oyuna gelinmemeli!... Batı dünyasında başgösteren “milliyetçilik” cereyanlarından ilhamını alan, “Milliyetçilik her zaman bir azınlık hareketi halinde başladığı için, Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk milliyetçiler Türk asıllı olmayan müslümanlar olmuştu. (8)”. Aynı dine mensup kavimleri kucaklayıcı ve farklı dinlere mensup olanlara da hoşgörülü bir özelliğe sahip (bize ait) milliyetçiliği; “ulusalcılık” adı altında ırk temeline ve tamamıyla din karşıtlığı bir laikliğe indirgenirse, faşizme benzer bir durum ortaya çıkar. “Başarılarının sırrı, birbirine benzemeyen farklı milletleri bir arada barış içinde yaşatma yeteneğinde saklı(9)” olan Türk Milleti adına “milliyetçilik” iddiası taşıyanların, İslâmî bir enginlik ve hassasiyet dairesi içinde hareket etmelidirler.


Not: Konuya devam edeceğiz.

(1): Dr. İsmail Kara, Derin Tarih, Eylül 2013
(2): Mümtaz Türköne, Kızılelma Bugün Neresi?, Zaman Gazetesi, 8 Ekim 2013
(3): Mim Kemal Öke, Derin Tarih, Eylül 2013
(4): Mümtaz Türköne, a.g.makale
(5): Dr. İsmail Kara, a.g.makale
(6): Peyami Safa, Objektif 7, s. 189
(7): Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri
(8): Erol Güngör, a.g.e.
(9): M. Türköne, a.g.m.


YAZARIN DİĞER YAZILARI