1960`lı yıllarda başta Federal Almanya olmak üzere Avrupa ülkerine başlayan İşgücü göçü; 1973 yıllarında resmen durdurulmuş olmasına rağmen, artık Misafir İşçi kabul edilen insanlarımız gerek aile birleştirilmesi ve gerekse Avrupa`da dünyaya gelenlerle birlikte önemli bir sayıya ulaşmıştı. Sılaya Dönüş özlemleri de artık yerini yavaş yavaş kalıcılığa bırakmıştı bu yıllarda.. Giderek büyüyen ihtiyaçlar ve bunun getirdiği çözüm arayışları dernekleşme ihtiyacını doğurmaya başlamıştı. Ne var ki, göç eden insanımız Türkiye`de o yıllarda yaşanan politik gruplaşmayı da Avrupa`ya beraberinde getirmişti. Dolayısıyla dernekleşmeler hem sosyal hem de politik gerçeklere dayalı ve Türkiye eksenli olarak ortaya çıkıyordu.
1980`lı yıllara gelindiğinde hemen hemen bütün toplumsal konular Türkiye`deki gelişmelere endekslenmiş durumdaydı. Zaten başlangıçta plan ve proğramsız başlayan Göç‘ün ortaya çıkardığı sosyo-kültürel sıkıntılarından bunalan „Gurbetçilerimiz“ kendi meselelerinden kaçtığı; hatta Türkiye`den kurtarıcı bekleme hayali içinde olduğu gözleniyordu. Ve 1980`li yılların ortalarına gelindiğinde, Avrupa`da kalıcı oluşumuz, bu kalıcı oluşun ortaya çıkardığı meseleler ve bu meselelerin çözümü için yapılması gereken çalışmaların istenilen sonuçları vermesi için ise teşkilatlanmak bir zaruret idi ve bu gerçek her kesimde kendini hissettirmeye başlamıştı artık.
Bilhassa 1980 Askeri İhtilali dönemiyle birlikte yaşanan olaylar birçok konuda olduğu gibi yurtdışındaki Türk vatandaşlarının da Türkiye açısından önemini ortaya çıkarmıştı. Bu sebeple, işçi göçünün başladığından beri yurtdışındaki vatandaşını hatırlamayan resmi çevreler, bu defa Türkiye endeksli yapılanmaları tek elde toplama gayretlerine girdiler. Ne var ki birleştirme yerine Avrupa Türk`üne yönelik ayırımcı ve bölücü bir tutum sergilendi. Avrupa şartları ve bizim meselelerimiz dikkate alınmadan tepeden inmeci, dayatmacı yaklaşımlara hareket edilince, meseleler dahada katmerlendi. Böyle bir durumda yapılacak şey kendi şartlarımıza uygun, yeni bir yapılanmaya gitmekti…
Demokratik bir ülkede mücadelenin sağlıklı yolu, sivil kitle örgütlenmesi ile güçlü bir toplum oluşturmak ve bu güçlü toplum ile güçler dengesi içinde yer alarak, haklarına sahip çıkmaktır. Bu sebeple, yeni yapılanmanın istişareye dayalı, kamuoyuna açık, kendi değerlerini sahiplenirken, farklılıklara saygılı ve uzlaşmacı bir anlayışla gerçekleştirilmesi gerekliydi. 1987 yılının sonuna doğru gelindiğinde, Avrupa Türk İslam Birliği `ni kuracak olan gönül adamları açısından ortam ve şartlar hazır görünüyordu…
Avrupa Türk İslam Kültür Dernekleri Birliği (ATİB) 17 Ekim 1987 tarihinde, Federal Almanya`nın Nieder-Olm/Mainz şehrinde bu ortam ve şartlarda ortaya çıktı. Uzun istişareler ve çalışmalar neticesinde, Göç ün ilk yıllarından itibaren Avrupa`da yaşayan ve kendini Avrupa Türklerine hizmete adamış teşkilatçı insanların ve derneklerin ortak kararıyla; partiler üstü, Avrupa`daki insanımızın gerçeklerine ve taşıdığı değerlere dayalı sivil bir teşkilat olarak, tamamen yola çıkılmıştı.
Maiz Nieder Olm`de yapılan kuruluş toplantısında, Avrupa`daki Türklerin artık misafir işçiler olmadığına, tarih boyunca hep Batı`ya doğru yürümüş olan insanımızın Avrupa ülkelerine yerleşmekte olduklarına ve bu sebeple artık „Göçmen Türkler“den bahsetmek gerektiğine dikkat çekerek ; ATİB‘in Türkiye`nin günlük politika konularından uzak kalacağını ve yaşadığımız ülkelerdeki siyasi partilerle işbirliğinin gerekliliğine inandığını duyurmuştu.
Böylece ATİB` i kuran irade, Avrupa`daki Türklerin, yaşadıkları ülkelerde kültürel kimliğini muhafaza ederken, yerli-çoğulcu toplumla uyum içinde yaşamayı, eşit haklara kavuşmuş, eğitimli ve belli bir ekonomik güce sahip bir toplum olmayı hedef göstermişti.
ATİB, tarihin bu dönemecinde Avrupa`daki bütün Türklere ülkümüzün; yaşadığımız ülkelerde örgütlenmiş, eğitimli, zengin ve siyasi hayata katılmış güçlü bir toplum oluşturmak olduğunu dillendirdi. Gelecek yüzyıllarda da kültürel varlığını muhafaza edebilmek; ayakta kalmak, var olmak için takip edilmesi gereken yolu göstermişti.
ATİB bu ülkü ile, hem toplumumuzun tüm fertlerine, hem de özellikle bu topluma öncülük etmek isteyenlere, Avrupa`daki geleceğimizi kurarken daima göz önünde bulundurulması gereken üç ana esası işaret etmiştir:
Birincisi; dağınık, birbirinden habersiz ve içinde yaşadığı toplumdan kopuk fertler olmak yerine, her alanda ve her yaş gurubunda örgütlenmiş, bu örgütler yoluyla birbirleriyle ve içinde yaşadığı toplumla sağlıklı ve sürekli ilişkiler kurarak entegre olmuş bir Türk Toplumu‘na ulaşmak arzusudur.
İkincisi; işsiz güçsüz, üretime katılmayan, işsizlik parasıyla adeta tufeyli bir hayat yaşayan insanlardan oluşmus bir toplum yerine; çok çalışan çok kazanan, çocuklarına iyi eğitim aldıran, israfa kaçmadan iyi evlerde oturan, iyi giyinen ve iyi arabalara binen bir toplum olmak dileğidir. ATİB, kısacası kendi varlığı ve geleceği için gereken işleri yapan ve yaptırabilen, etkili, zengin, yani iş-güç sahibi bir toplum olmak hedefini göstermiştir.
Üçüncüsü; örgütlenen ve zenginleşen insanımızın, içinde yaşadığı ülkenin siyasi hayatına katılmasıdır. Herkesce bilinen bir hakikat vardır. Siyasi haklar tamamıyla elde edilmeden ve kullanılmadan sosyal, kültürel ve ekonomik sorunların köklü çözüme kavuşturulması mümkün değildir. ATİB bu gerçekten hareket ederek, Avrupa`da yaşayan tüm Türklere, „yaşadığınız ülkelerdeki derneklerin yönetimine, belediye meclislerine, eyalet ve federal parlamentolara girin; böylece yönetime, dolayısıyla kendi geleceğinizle ilgili kararlara katılın!“ çağrısı yapmıştır.
ATİB yöneticileri, bu ülküyü bu hedefleri kurulduğu günden beri istikrarlı bir şekilde hem hendi mensuplarına anlatmış, hem de derin bir samimiyet ve mütevazilik içinde diğer kardeş kuruluşların yöneticileriyle paylaşmıştır. Bugün dönüp geriye baktığımızda, sevinçle emeklerin boşa gitmediğini görüyoruz.