Durmuş Yıldırım
Fikret Ekin
Selahattin Saygın
Ihsan Öner
Mahmut Aşkar
Kocaman Araba, Minnacık İnsan
Annemin dayıları köyün varlıklı ailelerindendiler. Tek katlı kerpiç evlerin içinde onların dışarıdan merdivenli iki katlı evleri, bize “gökdelen” gibi gelirdi. Onların bitişikteki komşuları, aynı hayatın (avlu) içinde birbiriyle yakın akrabalık bağları olan kalabalık bir tayfa idiler. Ailenin reisi, varlığını hazmedemediği kapı komşusuyla devamlı rekabet hâlindeydi. Çok çekmeden Hasan Amca da iki katlı bina yaptırdı. Bu yarıştan geri kalmak istemeyen bizim sülaleden Sefer Emmi de kendini biraz toparladıktan sonra iki katlı binayı dikerek bu kervana dahil oldu ve o da diğerleri gibi etrafına yukarıdan bakmaya başladı.
Aradan yıllar geçti... Eski zenginlerin, varlıklı ailelerin birçoğunun düzeni bozuldu; dünya malıyla elde edilen itibar da kayboldu gitti... Derken köyün fakir gençleri için Almanya ve benzeri ülkelerde çalışmanın yolu açıldı. Yoksulluğun verdiği ezikliğin ve adam yerine koyulmamanın hıncını çıkarmak veya dosta düşmana varlığını kabul ettirmek içgüdüsüyle olmuş olacak ki, bazı Almancılar tek katlı kerpiç evlerin ortasına dört katlı betonarme binalar diktiler. O binalarda gönül rahatlığıyla oturmaya bazılarının ömrü vefa etmedi, bazılarının da çocukları köy hayatında yaşamaya burun kıvırdılar.
Şimdi ise dağın tepesinde, tabiatın kucağı yeşilliğin ortasında, otoyol kenarında veya hazine arazisi üzerinde, her türlü mimari estetikten yoksun, çokkatlı çirkin binalar, köylülükten şehirliliğe terfi edişimize ve kalkınmışlığımıza şahitlik ediyorlar. İnsanların gezip dinlenebileceği yeşil alanlar, çocuklarını oynatacağı parklar, elini kolunu sallayarak yürüyecekleri kaldırımlar, koskoca binalar için feda edilirken, insan ihmal edilmiş, hatta unutulmuştu... Beton yığını yüksek binaların aksine, kerpiç evde oturanlar kadar o yapının da kendine özgü bir asaleti ve kimliği vardı. Binalar yükseldikçe insanlık alçaldı; yüksek binalar üzerinden kendini tatmin ve takdim edenlerde yücelik kalmadı. Dün, felan mahallenin veya filancıların Ahmet Efendi’si vardı. Bugün felancı binanın veya filancı arsanın sahibi Ahmet Bey var: Önce nesne sonra özne.
Memleketin kaldırımlarında yürüyebilene aşk olsun... Bizim şehirlerimizin kaldırımları bazen alçak, bazen çukur, bazen dik, bazen tümsek, fakat hep daracık olur. Geniş olsa da, kâh sehpalar, kâh kasalar, kâh da sandalyelerin işgâline uğrar: Eşyaya yer var, insana geçit yok!
Siz hiç (Türkiye’de) çizgili yaya geçitlerinden araba trafiğinin normal seyri esnasında geçmeyi denediniz mi? Herhangi bir Avrupa ülkesinde yaya geçitlerine yaklaştığınızda bile geçmekte olan arabalar durarak size yol verir. Peki bizim ülkemizde böylesi bir alicenaplık örneği gösteren sürücü var mı?... Olmaz! Çünkü, Türkiye’de araba insandan önce gelir. Bir defasında yine İstanbul’da çizgili yaya şeridinden geçerken üzerime gelen arabanın camını yumrukladım. Daha sonra da yumruklanmadığıma şükrettim.
Bir büyük sahil şehrimizin denize paralel uzanıp giden caddesinde yürüyoruz: Yan yana dizilmiş birahane, lokanta, kahvaneler gençlerle dolu... Kızlı erkekli bira içenlerin çokluğu dikkatimi çekiyor. Bir de, yaz sıcağında Almanya şehirlerinde alışık olduğumuz türünden, bu şehrin kaldırımlarında gezen şortlu kızların çokluğu dikkatimden kaçmıyor. Bize özgü bir “modernlik” göstergesi olsa gerek...
Bu sefer de İstanbul’un, Anadolu’dan gelenlerin oluşturduğu bir semtinde gezinirken, ağızlarına kadar kapalı kara çarşaflı kadınlarla sık sık karşılaşıyoruz. Buradaki manzarayla, daha sonra gezdiğim Fatih semtindekileri kıyasladığımda; fakir ve eğitimsiz dindar kadınlarla, biraz eğitimli fakat oldukça varlıklı dindar kadınlar arasındaki farkı, dışa yansıyan veya özellikle yansıtılan görüntüden anlıyorum: Bazıları için çarşafı, fakirliğin üzerine giydirilmiş bir örtü olarak da düşünürken; yerli ve yabancı giyim markalarının Türkiye ortalamasının çok üzerinde satıldığı mağazalara varlıklı-teseddürlülerin dolup dolup boşaldıklarına şahit oluyorum. Her iki hâlde de, bize özgü bir dindarlık göstergesi...
Hıristiyan-Batı’yla Müslüman-Doğu arasında medeniyet çatışması kadın üzerinden yürütüldüğü gibi, kendi ülkemizde de din eksekli ideolojik çatışma da kadın üzerinden yapılmaktadır: Bu çatışmanın koordinatlarını, bir tarafta alabildiğine açılan ve diğer tarafta alabildiğine kapanan kadın görüntüleri belirliyor.
Yine beyaz ve kalın çizgilerle belirlenmiş yaya geçidini kullanarak caddenin karşı tarafına geçmeye çalışıyoruz. Üzerime
üzerime gelen arabayı görünce gayriihtiyari yolun orta yerinde duruyorum. Beni teğet geçen arabanın sürücüsüne;
“Görmüyor musun buradan yaya geçiyor” dedim.
Camı açık arabadan bana, “Allah’ın köylüsü, şehir görmemiş, yabani adam” dercesine baktıktan sonra, bütün öfkesiyle;
“Koskocaman arabayı görmüyor musun?” dedi ve biraz daha gaza basarak yoluna devam etti.
Belki de ömür boyu unutamayacağım, kalkınmakta olan; araba sahibi olmakta olan, şehirleşmekte olan ülkemin insanının özeti bir sözdü: Koskocaman arabayı görmüyor musun?
Ben, insan unsurunu önplana çıkarmaya çalışırken; araba sahibi de, koskoca arabanın yanında (insan olan) sen minnacıksın, istersem seni ezer geçerim der gibi yaptı.
İşte insan merkezli bir medeniyete mensup, “insanı yaşat ki devlet yaşasın” sözünü kendine şiar edinmiş bir cihan devletinin mirasçısı ülkenin insana bakışı ve bahşettiği değer...
Yüksek binalar, koskocaman arabalar, markalı libaslar ve minnacık insanlar ülkesi Türkiye!
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Baba Biz Niye Böyleyiz?
Yırtık Pantolon
Ben Başkomserim!
Sinan Yazı İsteyince….
Velhasılı Göç Kültürümüz
Toplandık da N’oldu?...
Bizden Sonrakiler: Yad Ellerde Yâd...
Yeniden Kızılelma (3) Ebedi İttifak
Yeniden Kızılelma (2)
Yeniden Kızılelma
Alimin Ölümü
Dreyfus, İhanet ve Adalet
Kitaplar Ağlarken
Ümmet Ülkücülüğü